Lacivert köyün hikayesinin her an’ı bambaşka detaylarla dolu. İnanç ile başlayan bir sürecin tohumlarını toplamak ve hep ilerlemek üzerine. Hedefin hiç kaybolmadan var olması…
Köye ilk gittiğim zamanı anımsıyorum.
Sabahın ilk ışıkları ile uyanmıştım. Sırt çantam, içinde ufak tefek ihtiyaçlar ve en önemlisi heyecan içinde olan kalbimi alıp evden çıkmıştım. Yolu beraber yürüdüğüm dostlardan biri ile buluşma noktamıza doğru gidiyordum.
İstanbul’dan Çanakkale’ye doğru yola çıkmak üzere buluştuk. Saat sabah 06:30 idi ama biz ikimizde neşe, heves ve heyecan içindeydik. Gözlerimizin içi gülüyordu. Derin bir nefes aldık, yola koyulduk...
Varılacak yerin heyecanı, yolu daha da akıcı kılıyordu. Yol boyu edilen sohbetler, paylaşımlar, niyetler her biri içimizde minik minik parçaları birleştiriyor ve yapabiliyor olmanın izlerini taşıyordu. Mola vermek için girdiğimiz tuvalet, yediğimiz tost, içtiğimiz çay her biri anlamlı idi. Öylesine bir yolculuk olmadığı kesindi. Kalp ile genişleyendi ve bu çok ama çok derinde hissediliyordu.
İstanbul sınırından çıkınca araba yoğunluğunun azalması ile doğanın renkleri, deniz, gökyüzü, kuşlar, bulutlar daha çok görünür olmuştu. Her biri, o bütünde var olan resmin karesini oluşturuyordu. Masalsı bir akış gibiydi her şey, ama gerçekti.
İşaretleri okuyabilmek ile ilgili konuşuruz kendi sohbetlerimizde, o an bu söylemlerin deneyimleme zamanı gibiydi; her karşılaşma bir işaretti, tesadüf değildi, ilmek ilmek içimize işleniyordu. Doğru yerde, doğru zamanda, yapılması gerekeni yapmak üzerine titreşiyorduk.
Köye sapma noktamız “Akbaş Şehitliği”. Arkadaşlar dediler ki “Akbaş Şehitliğini görünce sağdan girin, şehitliğin çay bahçesinde buluşacağız.” Yaklaştıkça içimiz kıpır kıpır, hem sapağı kaçırmayalım, hem de buluşma noktasına geç kalmayalım diyerek devam ediyorduk. Navigasyona göre çok yaklaşmıştık ama bir türlü şehitlik yoktu, acaba kaçırdık mı diye birbirimize soruyorduk. Sabırsız çocuklar gibiydik. Derken, Şehitliği sağ tarafımızda gördük, kaçırılacak gibi değil, kocamanmış. O an, “Akbaş” diye çığlık çığlığa bağırışımız hiç unutulmaz. Tam bir çocuk enerjisi ve neşesi vardı. Öyle ki birbirimize “çak” diyerek sarıldık. Çay bahçesi ve şehitliğin olduğu alan sessiz, dingin, huzurlu…
Arkadaşlarımızın yanına varmıştık. Birer çay içtik ve tekrar araçlara binerek köye doğru yola çıktık. Yol üzerinde geçtiğimiz ilk durak Yalova Köyü. Köye girip, sola doğru kıvrılan yolu takip ederek ilerledik. Camımızı araladık, mis gibi bir koku camdan içeriye doğru girerken “hoş geldiniz” diyordu doğa. Heyecanla ilerlerken, Kumköy’e giriş yaptık. Evler, pencerenin ardından bakan gözler, evlerin önünde duran traktörler, köy halkı, top oynayan çocuklar, minik bir fırın, biraz ilerleyince meydanda köy kahvesi, market… Hepsi sıcacık gelmişti. Tanıdık, bildik bir mekana gelmiş gibi. Marketi geçip dar bir yol üzerinden geçerken devam ettik ve lacivert köyün giriş kapısına geldik. Öndeki araçtan bir arkadaş inip, demir kapıyı açtı. Girişten sonra yukarıya doğru, iki tarafı çam ağaçları ile çevrili bir araziydi. idi. Yüksek çam ağaçları o alanı koruyan şövalyeler misali sıralanmıştı. Ağaçlar, toprak kokusu, yumuşacık havası, kuşların sesi, bir film karesinin içine ışınlanmış gibi hissetmiştim. İçeriye doğru ilerledik ve evin olduğu yere geldik.
Arabadan indim, ayaklarım yere bastığında, eş zamanlı göğe doğru da uzadığımı hissettim. Sapasağlam yere basıyordum. İnsan yaptığı şeyden emin olduğunda bir başka enerji hissediliyor. Kelimelerle anlatması da kolay değil. Nitekim o an hiç birimiz konuşmuyorduk. Her birimiz kendi iç sessizliğinde adımlarını atıyor, kokluyor, gözleri ile etrafı tarıyor, kulakları ile sesleri işitiyordu. Dilimizde ve tenimizde havanın sarıp sarmalayan dokunuşu.
Her şey kocamandı ve biz bedenlerimiz ile adeta miniciktik. Ama her şeyi kapsayan, orada var olan her şey ile aynı frekansta titreşen kocaman kalplerimiz vardı.
Emekleme sürecini bitirip yeni yeni ayağa kalkmayı deneyimleyen bebekler gibiydik. Basıyorduk ayaklarımızla toprağa, birbirimizin ellerine dokunarak destek alıyorduk. Tek başımıza değil, birlikte deneyimleyecektik... Her an’ı, her oluşumu, her yaratımı. Yalnız değildik, birlikte olmanın büyülü gücü hakimdi.
Yapılacak çok şey vardı. Bir şeyi sıfırdan yaratmak, her an tazelenerek yapabilmek, kendimizi ve ihtiyacı olan herkesi besleyebilmek…
Kelimeler yeniden dile gelmeye başladığında ilk cümlem şöyleydi:
“ Hayatımda yaptığım en güzel şey”
Sevgi, ilham ve neşe ile
Comments